15 Mayıs 2015 Cuma

Akordeon çalan kadın

Emek'te, Yeşim Cafe'de oturuyorum. Sigara içenler için ayrılmış, yarıdan yukarısı açık camekanların arkasında kahvemi bekliyorum. Yumuşak bir esinti arada bir uğrayıp yüzlerde dolaşıyor. Gündelik yaşamın kalabalığından, kuruluğundan ve karmaşasından kaçıp sığındığım böyle mekanlarda mütemadiyen yaptığım gibi, yine algılarımı açmış, gözlerime temas edecek olgulara dikkat kesilmiş durumdayım.

Garsonun soğuk tavırlarını göz ardı etmeye, odaklanmaya çalışıyorum. Tecrübe etmeyi beklediğim tecellinin uğraması fazla sürmüyor. Eski romantik şarkılar çalan bir akordeon sesi yaklaşıp kafenin kapısında kısa bir konsere dönüşüyor. Akordeon hafif sarışın, otuz yaşına yaklaşmış görünen, zayıf sayılabilecek ve tavırlarından yabancı olduğu anlaşılan bir bayanın ellerinde eğilip bükülüyor, bir o yana bir bu yana içten tınılar salarak yorgun kulaklara hoşnutluk getiriyor.

Bayanın, belli ki annesinin, yakınından ayrılmayı pek istemediği izlenimi uyandıran küçük bir kız çocuğu pespembe tişörtü ve taytıyla, elindeki pembe 'milkshake' bardağıyla kendi sırasını bekliyor. Akdeniz tarzı parça devam ederken kız çocuğu kafeye girip elindeki plastik bardağı masalara uzatıyor. Cebimden bozukluk çıkarıp, çocuk kendisini dilenci gibi hissetmesin düşüncesiyle, bardağın içine atmadan eline uzatıyorum, alıyor ve yan masaya geçiyor. Annesi etrafa oldukça dalgın şekilde bakarak mini konserine devam ederken garson kapıya yaklaşıp bayana bir şeyler söylüyor; bayan ilk anda tedirginlikle baktığı adamı duyunca akordeonu aşağı sarkıp beklemeye başlıyor. Konser sona eriyor. Postüründen taşan hafif şaşkınlık dikkatimi çekiyor. Adam kafenin iç kısmındaki masanın üzerinde sergilenen simit ve kurabiye gibi şeylerin arkasına geçiyor, eline pastanelere özgü kağıt bir poşet alıp gururlu bir edayla içini dolduruyor, poşetin ağzını iyice buruşturarak kapatıp cam kapıya yaklaşıyor. O arada kadın kendisini birkaç metre uzaklaştırıp kızını kapının önünde bırakmış bile. Kadının hareketlerini dört metre kadar uzaktan dikkatle izliyorum. Önce yüzünde bir kasılma sezinliyorum, aynı anda gözlerindeki iğne ucu kadar parlaklıklar içimi kabartıyor; ardından vücudunda sanki bir titreme, kuvvetle bastırılmaya çalışılan bir neşe gözlemliyorum. Çok kısa bir an rengi koyulaşan yüzünde arka dişlerini görür gibi oluyorum, sonra hemen toparlanıyor. Alt dudaklarında dizginlemeyi başaramadığı hareketleri saklamak için işaret parmağını yatay şekilde uzatıp ağzının alt kısmını ve çenesini kapatıyor. Gülmeye ve ağlamaya karşı koyarken o kadar güçlü bir görünüm arz ediyor ki, göz bebeklerimin büyüdüğünü, göğsümdeki tenimin sızladığını hissediyorum. İşaret parmağındaki küçük hareketler, hıçkırarak ağlama isteği duyduğu halde, hala kendine hakim olmayı başarabildiğini ispatlıyor. Küçülmüş gözleri ve derin bir çukurdan süzülen keskin bakışları garsonu takip ediyor. Kız çocuğu kendisine uzatılan poşete uzanırken kadın elini aşağı indiriyor, büyük bir güçle ve kontrolle hafifçe belinden öne eğiliyor; gülmeden, ezilip büzülmeden, gevşemeden, yüksek bir minnet ifadesi sergilemeden, gurur ve kibirden uzak, dimdik, ibretlik bir onurla teşekkür ediyor adama. Çocuk annesine henüz yaklaşamadan kadın çabucak yürümeye başlıyor, kafasını bakmayan gözlerle sağa sola çeviriyor; büyük bir zorluğu defetmiş olmanın hafiflemişliğiyle, insanlığa olan inancının tazelenmişliğiyle, emeğinin karşılığını almanın süruru içinde, serapa vakur bir annelik duygusuyla uzaklaşıyor. Etrafta çok sayıda bulunan diğer mekanlardan birine dahi yaklaşmadan ara sokaklara sapıyor. Küçük kızı ardı sıra, vücudu annesinin vücudu içine karışmışçasına gözlerden kayboluyor...










Ahmet Yaşar Özer
twitter/ahmetyozer

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Nitelikli anlarımız

Son zamanlarda sıklaştı. Gece ya da sabaha karşı bir sebepten uyanıyorum ve bir daha saatlerce uyuyamıyorum. Gözümü açtığım anda başlıyor durdurulamaz bir "düşüncelilik" hali ve sezgisel şekilde büyüyerek devam ediyor.

Tuğla üstüne tuğla koyar gibi. Tutamadığın balığın arkasından yeni oltalar atar gibi. En çıplak, en varoluşsal, en yaşama ait muhakemeler birbiri ardına sıralanıyor. Robert Pirsig Üstadın deyimiyle 'Chautauqua'lar peşim sıra geziniyorlar. Sözcükler düşüyor dilimin arkasına, çeşit çeşit kareler dokunuyor hafızamdan bilincime, muğlak ve sessiz, ağır ve gerçek bir sorumluluk, bir kendini gerçekleştirme dalgası, bir adanma ihtiyacı alıp gidiyor...

Biliyorum nedenini. Böyle güçlü şekilde karşılaştığınız şeylerin kaynağını bilirsiniz çoğunlukla. Kendi iç yazgınızın peşine düşmüş iseniz hele, hiç sektirmezsiniz bu paha biçilemez işaretleri.

Son zamanlarda sıklaşan bir başka şey de, mucizevi diyebileceğim olguların kafalarını uzatarak, gözüme batırırcasına ortaya çıkışları. Yıllarca kapadığınız ve aralarından ışığın sakin sakin sızdığı ahşap yapılı kapıları çalan, sizi onları açmaya zorlayan, sarsıcı, aptal uyandıran ilham kaynakları..

Dün gitti, yarın da dün olacak bir gün. Bu anda, uyku girmese de gözüme, tatmaktan hoşlanıyorum yaşamın bu samimi, 'yavaş' ve anlam yüklü dakikalarını.

Gittiğim bir yön vardı hep. Hep olacak. Bazen kavşaklar daha bir görülür oluyor. Keskin bir virajdan dönen araçların algıladığı momentuma benzer bir ağırlık, bir farkındalık, bir 'irfan' hali peydah oluyor böyle zamanlarda.

Dönüp de geçmişe hatırladığınız en parıltılı, en unutulmaz, en verimli zaman dilimlerinin arasında yerlerini alır zihninize çakan bu yumuşak şimşekler... Lütuftur onlar, bağıştır; çalışma, emek, istek ve hasret yongasıdır onlar.

O kadar merkezde, o kadar gerçektir ki, elinizden bırakamazsınız. Es geçemezsiniz. "Yoksa, ne diye yaşayacağım ki bu hayatı?" dersiniz. Çinli köylülerin pirinç fidelerini toprağa narince yerleştirirlerken vadiye dolan meltemi duymak için doğrulup kendilerini tadına doyulmaz, uzak bir niteliğin kucağına bırakmaları gibi. Teslimiyet, duyumsama, huzur ve dikkat kuşatır tenlerini. Tıpkı işte onlar gibi...






Ahmet Yaşar Özer
twitter/ahmetyozer

28 Nisan 2015 Salı

Şiir üzerine

Kalem hep kutsaldı.

Elimde kalem olduğu zamanlarda, onunla bütünleşirdim. Gözlerim ve kağıdımla armonik bir birliktelik yaşardı kalemim.

İlkokuldan bir sene kadar önce öğrenmiştim okuma yazmayı. Öyle eğik çizgiler, üçgenler filan değil büyük adamların sözlerini çiziktirmek isterdim güzel yazı defterime.

Büyük şairlerin unutulmaz şiirlerini şiir defterine kaydeder, tekrar tekrar okurdum; kimisini ezberler, kimisini besteleyip şarkı gibi söylerdim...


Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı 
Bir dakika araba yerinde durakladı 
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar 
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar 


'Han Duvarları'nı büyük keyifle ezberlemiş, kendi kendime ıslık çalar gibi okuyup durmuştum uzun süre:


Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık 
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık

Ne güzel bir üslup, ne naif bir tını, ne hoş bir anı...


Şiir üzerine düşününce ortaokul günlerim gelir hep aklıma. Birkaç küçük yüreğin benzer haz ve benzer tatlarla aynı şiiri beraberce defterlerine aktarmaları.. Silgi ödünç alır gibi defterlerini paylaşmaları, şiirlerini başkalarına göstermeleri..

Baş tacımız 'Mona Roza' olurdu çoğu zaman. Hangi kıt'asını en çok sevdiğimizi söylerdik birbirimize:

Artık inan bana muhacir kızı 
Dinle ve kabul et itirafımı 
Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı 
Alev alev sardı her tarafımı 
Artık inan bana muhacir kızı 

Bir de 'Serenat'ı vardı, Ahmet Muhip Dranas'ın:

Yeşil pencerenden bir gül at bana 
Işıklarla dolsun kalbimin içi 
Geldim işte mevsim gibi kapına 
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ

Ben de aşık olacaktım tabi sonraları. Aşık olmak bir zorunluluktu. Aşık olmadan erkek olunmaz, sevmeden yaşamdan tat alınmazdı. Her güne onu görmek için başlamak ve her günü onu düşünerek tamamlamak...

Sonraları kalemim şiir yazar oldu. Küçük boylu bir adam boyundan büyük tümceler kurmaya başladı. Oturduğumuz eve şiir yazmış ve utana sıkıla annemlere okumuştum; şaşırıp kalmışlar, gündemin parçası haline getirmişlerdi.


Büyüdük değişti dünyamız, yaşam dereden dereye akıttı benliğimizi.

Kimi zaman,


Bir sigara kızıllığında şehre yukardan bakıyordum


kimi zaman, delirmemek için delirmeyi tarif ediyordum:


Beslediğim his çürüdü, aklım çürüdü
Aklım beynimin üzerinden yürüdü
....


Şiir hep var oldu. Romantizmle klasik aklın sarkacında tükenirken gençliğim, şiir tükenmez bir ses gibi, bir eski dost gibi, bir parça şifa gibi, bir yudum hatıra gibi uğrayıp durdu hep zihnime.

En yüksek sorgulamaların, en yalın arayışların ortasında kalsam da, okuyacak bir iki beyit bulurum kendime:
Yokluk sen yoksun, bir var bir yoksun
İnsanoğlu kendi varından yoksun
Varsın beni yokluk akrebi soksun 
Bir zehir ki hayat özü faniye

Değil mi ki, tohumunu patlatıp kafasını güneşe çıkarmak için çırpınıp duran bir kardelen gibi bekledim ömür boyu?
Bir zerreciğim ki, arşa gebeyim
Dev sancılarımın budur kaynağı!




Ahmet Yaşar Özer
twitter/ahmetyozer

4 Kasım 2014 Salı

Erken Yükselen Ses: Sümer Kralı Urukagina

Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce buzul çağı sona ermiş, yağışlar ve dolayısıyla yeşil ve ormanlık alanlar artmıştı; insanlar da mağaralardan ve kaya altlarından çıkarak sulak alanlarda, dere kenarlarında toplanmaya başlamışlardı. Bu birliktelik ve uygun iklim koşulları tarımın önünü açmış, günümüz uygarlığının temelleri atılmaya başlanmıştı.

Süreç Avrupa'da ve Ortadoğu'da farklı hızlarda devam etti. Mezolitik Çağ daha soğuk koşullar altındaki Avrupa'da 5000 yıl öncesine kadar sürerken Ortadoğu ve Doğu Akdeniz civarında çok daha önce, 10 bin yıl önce yerini Neolitik (Cilalı Taş) Çağ'a, 5500 yıl önce de Kalkolitik (Bakır) Çağ'a bırakmıştı bile.

Kozmik Takvim'de nispi olarak bir saniye kadar kısa sürelere tekabül eden bu on bin yıllık dilimde insanlığı ve nesilleri adeta 'kontrolsüz' biçimde etkileyen, değiştiren, geliştiren, yönlendiren, toplayıp parçalayan ve en nihayet günümüze getiren gerçek hikayeler yaşandı.

Sulu tarım, sulama kanalları, gelişen ticaret ve artı (ihtiyaçtan fazla, depolanan) ürün üretimiyle birlikte ekonomi-muhasebe, kar-zarar, maliyet-pazarlama gibi kavramlar yerleşmeye başladı.

Üretilen malların ve tahılların korunması, depolanması ve dağıtılması gerekiyordu; köy ve kentlerin merkezindeki 'tapınaklar' ve bu arada tapınak rahipleri bu işlevi üstlendi, 'hay hay' diyerek.. Bu, onlar için toplum üzerinde bir güç demekti. Dünya tarihinde ilk defa üreticiler ve üretimi kontrol edenler şeklinde bir ayrışma ortaya çıkıyordu. Çiftçiler ve rahipler. Halk ve yöneticiler..

Ekonomi, ticaret, tarım, zanaat ve para konularındaki ilerlemeler bürokrasiyi getirdi. Artan ilişkiler, toplumsal ihtiyaçlar ve zorunluluklar, çevre kabilelerle rekabet, iyiler ve kötüler, doğrular ve yanlışlar, menfaat ve çatışmalar daha karmaşık, daha tabakalaşmış toplum ve yönetim biçimleri netice verdi. Ve ne yazıktır ki, içinde bulunup da kimi zaman bizi kahreden olumsuz dünya manzaralarının ve deneyimlerinin ilkleri o dönemlerde yaşandı.

Güçler ve menfaatler, arzu ve ihtiraslar, toplumsal sınıflar beraberinde artan çeşitlilikte suçları ve tabii ki cezaları da getirmişti. Hukukun öncül formları da böylece çıkıyordu karşımıza. Gücünü devletten alan yasalar ve gelenekler..

Bu süreç en net ve görünür biçimde Mezopotamya'da da yaşandı. Güney'de Sümer, Akkad ve Babil, Kuzey'de Assur medeniyetleri tarih sahnesinden ayrılana kadar böylece oynadılar kendilerine biçilmiş rolleri..

Sümerler kent devletlerinden oluşuyordu, ilk hanedanlık zamanlarında. Her bir kentin 'ensi'si (vali) aslında kral idi, bunların da tabi oldukları daha güçlü bir kral, Uruk Kralı..

Umma, Lagaş ve Ur şehirleri sürekli savaşıyordu, su ve toprak için, üstün gelmek için, kendi kralını Uruk kralı yapmak için... Bir dönem bir isim geliyordu perdenin altına, ardından başka bir isim.

İşte böyle bir karmaşanın içinden, M.Ö. 2375'te Urukagina isimli yeni kral Lagaş şehrini 'zalim' idarecilerin elinden alıp başa geçmişti. Çiviyazılı tabletlere Lagaş'ın eski yöneticilerinin durumunun analizini yazdırttı. Eski Lagaş Ensisi ile rahiplerin menfaate dayalı işbirliğini, halktan aldıkları ağır ve ödenmesi neredeyse imkansız vergileri, vergileri ödemeyenlerin mallarına rahiplerin nasıl el koyduklarını bir bir anlattı..


Karanlığın ve dehşetin, haksızlık ve çatışmanın ortasında yükselen ilk yürekli ses oldu sanki. Önlemler aldı, sosyal düzeni yeniden kurmak için; sarsılan ve temeli çürüyen adaletin asaletini iade etmek ve belki de tarihin ilk reformunu yapmak istedi. Yazılı maddeler halindeki Urukagina Kanunlarında mülkiyetten ve aile hukukunda bahsediyordu..

'Yazılı' olması, 'yazısız' olan geleneğe duyulan saygının yerle bir olduğunun acı bir manifestosu niteliğinde. Öyle ya, söz uçar, yazı kalır! Söz, mert sözüdür oysa!

Mülkiyet kavramından dem vurması, hukuksuz ve haksız istila ve el koymaların, medeni hırsızlıkların üç bin yıl önce tespit edilip mimlenmesi demekti..

Aile hukukunu konu etmesi, erkeğin kadına/kadınlarına yaptığı kadim kötülüğün tescili..

Sen susmadın Urukagina, sesini yükselttin, gök kubbede bir sada bırakıp gittin. Nice sesler yükseldi, gitti. Niceleri konuştu diye öldürüldü, düşündü diye mahkum edildi.

Üç bin yıl geçti. Değişen çok şey olmadı.

İnsanlık çalmaya ve savaşmaya devam ediyor. Şimdi kallavi yasalarımız var, çok sesli hukukçularımız, en ince nüanslarla bezenmiş yazılı hükümlerimiz.. Yazılı olmayan çalma, ezme, soyma, haksızlık, kıstırma ve kısıtlama, baskı ve zorba geleneği kaldığı yerden devam ediyor, ebediyen edecek gibi.


(Resim Kaynak: http://www.quebecoislibre.org/10/100115-4.htm)




twitter/ahmetyozer

23 Ekim 2014 Perşembe

Mercan Dede'nin Su Albümü

Araba kullanmaktan keyif alırdı. Kontrolün kendisinde olmasından mıydı bilinmez, bazen direksiyonun başında sarhoş bir edayla, gözleri yolun akışında kaybolduğu olurdu.

CD çalar'da Mercan Dede'nin Su albümü, yine böyle bir yolculuktu. Uzun bir yolculuk. Aynı parçanın içinde kah hüzün, kah umut, kah acı, kah yaşam sevinci.. Ardı ardına sıralanıyordu, hayatın içinden fotoğraflar gibi.



Mercan Dede'nin de ne büyük efkarı vardı! Saçaklardan düşen buz dikitleri gibi gürültülü parçalanmalar eşliğinde dinliyordu albümü. Özcan Deniz hayatının performansını gerçekleştiriyor, 'Ali, Ali, Cansın Ali, Yektir Ali' diye ağıtlar çekiyordu belli ki Alevi olan bir bayan sanatçı.

Ab-ı Hayat hepsinin arasında bir özet, bir sükunet, bir duraklama.. "İşte benim hayatım!" der gibiydi Mercan Dede.

Böyle zamanlarda irili ufaklı aydınlanmalar yaşardı Kadir. Kimi zaman kendi kusurlarını bulurdu beyninin derinliklerinde, kimi zaman da arafta kalmış düşüncelerini bir araya toplar, çözümlemeler yapardı. Gizli bir zevk alırdı bu durumdan; gönlünden geldiği gibi sürerdi atını hayal otlağında, bir oraya, bir buraya.. Her türlü tahakkümden uzak, saf sade kendi başına, kendi filminin içinde.

En büyük aydınlanma kendini kötü bilmekti Kadir için. Onu biraz geç anlamıştı, ama, anlamıştı ya, onu baş tacı bildi.

Yirmi yılı geçti önünden. Belki de otuz. Geçmiş videoları karıştırdı zihin belleğindeki. Sıraya koydu sözleri, davranışları, iyilikleri.. Patır patır çözümlemeler, üst üste, havai fişekler gibi...

Herkesin kendi filminin sahibi, giydirilmiş rollerin oyuncusu olduğunu daha bir fark edecekti. Renkten renge girerdi insan. Ne oldum diyemez, ne olacağım bilemezdi. Ölse işi yarım kalır, kalsa işi yarım kalır. Böyle bir garip hikaye idi yaşamak.

Bir elbise, çıkar başka bir elbise, onu da çıkar başka bir elbise.

Bir garip hikaye.








twitter/ahmetyozer